top of page

ÇEVRE YÜRÜDÜ, MERKEZE BENZEDİ ...

Batı’ya Bakarak Kurulan Devlet, Halkına Karşı Konuşur: Türkiye ve Doğu’nun Melez Despotizmi

Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan otorite yalnızca bir devleti değil, bir zihniyeti de inşa etti: Batılı olmadan Batılı gibi davranma refleksi. Bu, sadece estetikle değil, ideolojiyle kurulan bir mesafeydi. Ve bu mesafe, içeridekileri yabancılaştırmakla başlıyordu.

Kemalist ideoloji, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken yalnızca imparatorluktan bir kopuş değil, halktan da bir kopuş organize etti. Halkın ezici çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr Müslümanları ve Kürtleri, “geriliğin sembolleri” olarak kodladı. İktidarın el kitabı, Avrupa’daki Aydınlanma müfredatından devşirildi; halkın gerçekliği ise “ehlileştirilmesi gereken” bir geri kalmışlık olarak tanımlandı. Devlet modernleşti, ama halkı modernleştirme biçimi bir tür iç sömürgeciliğe dönüştü. Cumhuriyet, Batı’nın oryantalist bakışını içselleştirmiş bir bürokratik seçkinler eliyle, kendi halkını Batı adına terbiye etmeye girişti.


Bu yalnızca Türkiye’ye özgü bir trajedi değildir. Aynı hikâye, Suriye’de Baas rejimiyle, Irak’ta Saddam diktasıyla da yazılmıştır. Her biri, toplumun çoğunluğunu temsil etmeyen bir azınlık ideolojisinin iktidar hayaliydi. Türkiye’de bu asker-sivil bürokratik elitse; Suriye’de Nusayri ağırlıklı güvenlik aygıtıydı; Irak’ta ise sünni Arap merkezli bir Baasçılıktı. Her biri halkın doğal dokusunu, kültürel ve dini kimliğini, yerel geleneğini, dilini, kıyafetini, duasını, hafızasını “geri kalmışlık” ilan ederek reddetti. Modernleşme adına yıkım organize edildi.


İronik olan şu: Her üç rejim de Batı’yı düşman ilan ederken, onun en sevdiği yöntemi birebir uyguladı: Toplumu kategorize etmek, ötekini tanımlamak, dili ve kültürü tekleştirmek. Baasçılar da, Kemalistler de, Avrupa’dan aldıkları modernleşme reçetelerini milliyetçilikle karıştırarak, otoriter bir sosla halka zorla yutturmaya çalıştı. Bir halkı Batı'nın istediği forma sokarken, Batı'yı suçlayan iktidar tipolojisidir bu. Bu yüzden bu rejimlerin hepsi Batı karşıtıdır ama Batı’yı taklit etmeye yeminlidir.


Peki sonuç ne oldu?Türkiye'de Kürtler on yıllar boyunca inkâr edildi. Muhafazakâr halk kesimleri kıyafetinden inancına kadar aşağılandı. "Aşağı sınıf" gibi görülen bu kitleler, önce sosyal olarak dışlandı, sonra politik olarak sindirilmeye çalışıldı. Suriye’de kimliklerini yaşamak isteyenler “bölücü”, Irak’ta camiye gidenler “gerici” sayıldı. Her yerde devlet kendi halkına yabancılaştı. Her yerde devlet, halkının çoğunluğunu potansiyel tehdit gibi gördü. Ve her yerde bu korkunun adı “devlet aklı” konularak meşrulaştırıldı.

Bugün dönüp baktığımızda, bu modernleşmeci otoriterliğin yarattığı tek şey bir iç savaş düzenidir: Dili yasaklanan, kimliği kriminalize edilen, dini aşağılanan halkların içinden çıkan patlamalar; ve ardından gelen yeniden bastırma döngüsü.


İronik ama acı verici gerçek şudur: Devletler bu halklara Batılılaşmayı öğretmeye çalışırken, o halklar Batı'dan önce kendi devletlerine karşı savunma refleksi geliştirmek zorunda kaldı.


İçerideki halkın özgünlüğünü yok sayan, ona “medeniyet” adı altında baskı uygulayan bu zihniyetin adı ilericilik değil, despotizmdir. Farkı sadece kılık kıyafettedir. Şapka giymişse modern, takkesi varsa çağ dışı. Kravatı varsa demokrat, sarığı varsa tehdit. Bu zihniyet Batı'dan ithal edilmiştir ama yerli despotlar eliyle işlemiştir.


Merkezin Çöküşü, Çevrenin Yükselişi ve Melez Rejimin Doğuşu: İkinci Cumhuriyetin Sancıları

Türkiye’nin modernleşme serüvenini anlamak için Şerif Mardin’in merkez-çevre kuramı eşsiz bir anahtar sunar. Mardin’e göre Cumhuriyet, Batılılaşmayı merkezde konumlandırırken, çevreyi yani taşrayı, halkı, geleneksel olanı modernleşmenin önündeki engel olarak kodladı. Bu merkez; asker, bürokrat, akademi ve büyükşehir entelijansiyasının birleşiminden oluşuyordu. Laik, Batıcı, Fransız pozitivizmiyle yoğrulmuş bu seçkinci merkez, halkın yaşadığı hayatı değil, hayalini kurduğu Avrupa’yı esas aldı. Çevre ise dindar, geleneksel, Kürt, muhafazakâr, Arapça bilen ama Fransızca bilmeyen, secdeye giden ama salona giremeyen kitleydi.


İşte Erdoğan iktidarının 2002’deki gelişi bu dengeyi altüst etti. Çevre ilk kez merkeze yürüdü. Bir taşralı ilk kez saraya değil, koltuğa talip oldu. O koltukla birlikte yalnızca bir iktidar değil, bir tarih anlayışı, bir aidiyet biçimi, bir sınıfsal temsil de değişti. Ve bu kırılma, sadece iktidar değişimi olarak değil; İkinci Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumu olarak okunmalıdır.


Birinci Cumhuriyet, halkı modernleştirmek için halkı baskılamıştı. İkinci Cumhuriyet ise halkı merkeze taşımaya çalıştı; ancak bu kez modernleşmenin kodları yerini kimlik restorasyonuna bıraktı. Fakat bugün görüyoruz ki bu süreç de merkezileşme zaafına yenik düştü. Çevre, merkeze yürürken kendisi olmayı başaramadı; merkezdeki iktidar yapısını, dilini ve tahakküm biçimlerini devralarak yeniden üretti. Sonuçta ortaya çıkan şey ise, ne eski merkez ne de saf bir Anadolu değer sistemi oldu; bunların iç içe geçtiği melez bir rejim doğdu.


Bugün Türkiye’yi yöneten siyasal yapı, bir yandan Kemalist devletin otoriter mirasını, bürokratik kontrol refleksini ve güvenlikçi dili koruyor; diğer yandan Anadolu muhafazakârlığını estetikleştirerek onu meşruiyet kaynağına dönüştürüyor. Artık ne tamamen laik elitizmin soğuk aklı, ne de taşranın sahici sesi konuşuyor. Konuşan şey, devleti yeniden tahkim eden bir siyasal melezliktir: Protokol İslamı, saray nostaljisi, milliyetçi refleks, kalkınmacı modernleşme ve içeriksiz popülizm.


Bu melez rejim, geçmişin dışlayıcı Kemalist modernizmini eleştirirken, onun araçlarını kullanmaktan vazgeçmedi. Aksine, bu araçları yerli ve milli kılıklara sokarak meşrulaştırdı. Bugün eğitim politikaları da merkezîleşti, medya dili de, güvenlik anlayışı da. Devletin dili yine tek, toplumu yine homojen görmek istiyor. Farklılıkları kabullenmek değil, törpülemek esas. Bu bakımdan yaşadığımız dönem, bir rejim değişikliğinden çok bir rejim melezleşmesi dönemidir.


Ve bu yüzden sancılıyız. Çünkü bu bir iktidar değişimi değil; ülkenin siyasal, kültürel ve sınıfsal kodlarının yeniden yazılması. Ama yeni yazım, özgürleştirici değil, eski tahakküm biçimlerinin yeni biçimlerde sürdürülmesinden ibaret.Birinci Cumhuriyet halkı baskıladı, İkinci Cumhuriyet halk adına baskılıyor.


Bugün yaşanan her kriz – laikliğe dair tartışmalar, müfredat savaşları, kültürel çatışmalar – aslında eski merkez ile yeni merkezin değil, eski tahakküm biçimiyle onun yeni versiyonunun kapışmasıdır. Her ikisi de halkı tekleştirmek ister; sadece kullandıkları renkler, semboller ve şarkılar farklıdır.


Bu nedenle, ne Kemalist modelle yüzleşmek yeterlidir, ne de yeni merkezin başarı hikâyesine inanmak. Asıl mesele, halkı değil, devleti dönüştürmektir. Asıl mesele, halkla değil, tahakkümle hesaplaşmaktır.


Bugün Türkiye’nin yaşadığı sancı, işte bu derin rejimsel melezliğin sancısıdır. Eski kodlar çökerken, yenileri de bir özgürlük projesine değil, restore edilmiş bir kontrol mekanizmasına dönüşüyor.Bir hafıza yıkılıyor, ama yerine bir özgürlük dili değil; yeniden paketlenmiş bir tahakküm dili yazılıyor.

Comentarios


bottom of page