top of page

ULUSLARARASI HUKUK: BİR AKŞAMÜSTÜ DEDİKODUSU KADAR GERÇEK Mİ?

''Modern dünyanın en büyük sorunu ahlaki körlük değil, ahlaki umursamazlıktır.'' Geçenlerde Boğaz’a nazır bir tanıdık meclisinde laflarken, konu bir şekilde dönüp dolaşıp yine memleketin ve dünyanın çözülemeyen meselelerine geldi. Bu tür sohbetlerin o vazgeçilmez rehaveti ve bir o kadar da kederli akışı vardır.

ree

Herkesin söyleyecek bir sözü, birikmiş bir öfkesi, bir de “ne olacak bu işlerin sonu” diye biten bir cümlesi olur. İşte o akşamüstü, masanın bir ucundan bilgece bir tonla, “Aman canım, uluslararası hukuk diye bir şey mi var sanki!” diye bir ses yükseldi. Arkasından da destekleyici mırıltılar: “Gücü gücü yetene…”, “Büyük balık küçük balığı yutar…” her ne kadar yaşça büyük olmasam da yüzümde acı bir tebessüm belirdi.


Zira, yıllardır süregelen bu tiyatroyu izleyenler için o “uluslararası hukuk” meselesi, biraz Yeşilçam filmlerindeki “iyi kalpli zengin” karakter gibidir. Uluslararası hukuka bugünden bakarken biraz da Kant’ın ebedî barış hayaline, biraz da Hobbes’un “kılıçsız sözleşme olmaz” diyen karamsarlığına çarpıyoruz. İkisi de masada: Biri çay koyuyor, diğeri kaşla göz arasında bardakları topluyor. Bu ikili dans, modern dünyanın neredeyse tüm dramatik anlarında perdeyi açıp kapadı: Versailles’ın kırık aynasından yansıyan mağrur yüzler, Nürnberg kürsüsündeki ürkek vicdan, ardından gelen Soğuk Savaş’ın “hukuk ama bir yere kadar” pragmatizmi…


Şunu teslim etmek gerek: Hukukun “uluslararası”sı, tek tip bir mimarî değil; bir “han” misali, kimin içeri girdiğine göre havası, kokusu değişiyor. Birinci Kat: La Haye’de yargıçlar cüppeli, Latince müddeium okuyor. Bodrum Kat: Güvenlik Konseyi’nde “veto” düğmesi her an basılı tutulan bir panik alarmı gibi duruyor. Merdivenden inerken mermerler tam, ama zemine inince karo taşların kırık yerlerinden toz kalkıyor.


Herkes var olduğunu bilir, ama pek azı gerçekten karşılaştığına inanır. Hele ki bugünkü dünyaya bakınca, bu inancın ne kadar da kırılgan olduğunu anlıyor insan.  Uluslararası İlişkiler teorisinin “demo tape”ini hazırlayan E. H. Carr şöyle demişti: “Hem ütopyacı hem realist unsurların bir arada bulunduğu yerde sağlıklı siyaset yeşerir.”  Bazen kendimi ikiye bölünmüş bir Türkiye masasında oturmuş gibi hayal ediyorum: Bir yanım, Tanpınar’ın “huzursuz modern”i edasıyla evrensel hukuku kristal kadeh gibi sofraya yerleştirmeye çalışıyor; öbür yanım ise Namık Kemal’in o heyecanlı haykırışıyla “Vatanın bağrına hançer saplandığında kadeh değil kılıç konuşur!” diyor. Böylece kâh Dolmabahçe’de Batılı protokol arıyoruz, kâh Balkan Harbi’nden kalma bir feryatla millet kürsüsüne abanıyoruz; aradaki gerilim bir telgraf direği gibi zangırdıyor.


Benim duruşumda, edebiyatı hem ideolojinin pençesinden kurtarıp hem de ondan bütünüyle azade olmadığını kabul eden o temkinli iyimserlik var. Uluslararası hukukta da benzer bir mesafe lazım: Evet, bombalar düştüğünde kağıttaki harfler savrulup yok oluyor; ama o harfler hiç yazılmamış olsaydı, bugün Cenevre Sözleşmesi’ni hatırlatacak en küçük bir “vicdan fişi”miz bile kalmazdı. Yani kadeh çatlıyor olabilir, ama masada kaldığı sürece şarabın hesabını tutmaya yarıyor.

Spoiler niteliğinde bir not: sorun "hukuk hiç yok" meselesinden daha derin; esas dert, kâğıt üstündeki norm (de jure) ile fiilî yaptırım (de facto) arasındaki uçurum.


Bu sözler, bu “dedikodular”, bana oldum olası ilginç gelmiştir. Çünkü içinde büyük bir hakikat payı barındırırlar. Tıpkı o akşamüstü masasında olduğu gibi, uluslararası hukuk dediğimiz o heybetli yapı, çoğu zaman bir dedikodu kadar ciddiye alınır. Hele bizim gibi, tarihi boyunca “büyük güçlerin” aldıkları kararların neticeleriyle boğuşmuş toplumlarda bu güvensizlik daha da bir köklüdür. Filistin’de olan biteni seyrederken, Ukrayna’da yaşananları izlerken veya daha düne kadar Suriye’de tanık olduğumuz onca acıya bakarken, o meclisteki dostumun sorusunu tekrarlamamak elde değil: Sahiden, uluslararası hukuk diye bir şey var mı? Varsa bile, bir akşamüstü dedikodusu kadar mı gerçek?


Norm Var, Yaptırım Çoğu Zaman Yok

Boyut

Tanım

Kronik Sorun

Normatif Çerçeve

BM Şartı, Cenevre Sözleşmeleri, Roma Statüsü…

Evrensel “kağıt üstü” mükemmellik

İcra & Yaptırım

Güvenlik Konseyi kararları, ekonomik yaptırımlar, uluslararası mahkemeler

Veto yetkisi, jeopolitik asimetri, seçici uygulama


Zira merkezi bir otoritenin bilgi eksikliğiyle, devletlerin o bitmek bilmez siyasi çıkar çatışmaları, Hayek'in bir zamanlar vurguladığı o "dağınık bilgi problemine" küresel ölçekte çarpınca, hukukun o narin dişlileri, evet, işte o zaman sık sık yerinden çıkıyor, bütün o görkemli yapı bir anda sarsılıveriyor.


Bu sorunun kolay bir cevabı yok elbette. Benim gibi hem bu toprakların “gerçekliğine” hem de bir o kadar Batı’nın “akılcılığına” şahitlik etmiş bir nesil için işler daha da karmaşık. Bir yanda, insanlığın onca savaştan, onca kıyımdan sonra bir daha “asla” demek için kurduğu o büyük idealler var. Nürnberg Mahkemeleri’yle atılan o ürkek ama tarihi adımı düşünün. İnsanlık tarihinde ilk defa, “savaşın da bir hukuku vardır” demenin ötesine geçilip, “savaşı başlatmanın kendisi suçtur” deniyordu. Egemenliğin, o dokunulmaz zırhın ardına saklanıp her türlü mezalimi yapma özgürlüğünün sonuna gelindiği umuluyordu. Birleşmiş Milletler, Cenevre Sözleşmeleri… Hepsi bu büyük umudun, bu “evrensel vicdanın” kurumları olarak doğdu. Kağıt üzerinde ne kadar da muazzam, ne kadar da insancıl bir tasavvur.


Misal, Rusya Ukrayna’ya saldırdığında, tüm dünya ayağa kalktı. Haklıydı da … Egemen bir ülkenin  toprak bütünlüğü bir kez daha ihlal edilmişti ve bu, uluslararası hukukun en temel prensiplerine aykırıydı. BM Genel Kurulu 2 Mart 2022’de 141 “evet” oyuyla kınama kararı aldı; AB ve G7 2022–2025 arasında toplam 16 yaptırım paketi ilan etti.


Tüm dünyanın reaksiyon gösterdiği ,sosyal medyanın, sivil toplum kuruluşlarının seslerini yükselttiği, adeta “hukuk” adına bir mücadaleye dönüştü. Kınamalar, yaptırımlar, “savaş suçu” kavramı dillerden düşmez oldu. Gayet yerindeydi bu tepkiler. Ancak…


Peki, neden başka bir coğrafyada, çok benzer bir ihlal yaşandığında, hukukun sesi bu kadar cılız kaldı? Filistin 70yılı aşkın süredir süregelen bir işgal, her yıl binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açan bir şiddet sarmalı, bir halkın kendi topraklarında sürgün edilmesi. Neredeyse her gün bombalar patlıyor, çocuklar ölüyor, kadınlar öldürülüyor. Peki uluslararası hukuk nerede?  O savaş suçları kavramı, neden bu kadar az dile getirildi? Ukrayna’da işlenen her bir suça parmak sallayan dünya, Gazze’deki katliamlar karşısında neden üç maymunu oynadı? Hani insan hakları evrenseldi? Hani siviller korunmalıydı? Anlaşılan o ki, bazı hayatlar daha evrensel, bazı topraklar daha “dokunulmaz” oluyor. Bu, hukukun değil, düpedüz çifte standardın en çarpıcı örneği değil midir? Batı’nın “demokrasi ve hukuk devleti” söylemlerinin ardındaki asıl niyeti ortaya koyan acı bir tablo.


BM Güvenlik Konseyi tutanakları ise acı veriyi çıplak biçimde kayda geçiriyor. 2006’dan 4 Haziran 2025’e kadar Gazze’de ateşkes, sivil koruması veya insani erişim talep eden dokuz taslak kararın hiçbiri kabul edilmedi. Yedi kez tek başına Washington’un vetosu (Beyt Hanun 2006, Sınır Protestoları 2018, 18 Ekim 2023, 8 Aralık 2023, 20 Şubat 2024, 20 Kasım 2024, 4 Haziran 2025) metni çöpe attı; iki kez de Moskova-Pekin ikilisi, ABD’nin rehineleri önceleyen taslaklarını durdurdu (25 Ekim 2023, 22 Mart 2024). Her oylamada en az on üyenin “evet” dediği, yani teknik olarak kararın zaten geçecek oya ulaştığı düşünülürse, hukuku felç eden şey metnin içeriği değil daimi üyelerin ulusal çıkar çizgisi oluyor. Bugün kırmızı mürekkeple düşülen bu veto tutanakları, yarın güç dengesi sarsıldığında sorulacak hesabın kanıt dosyasına dönüşecek.


Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) Gazze meselesindeki seyri, uluslararası hukukun siyasi çıkarlar karşısında ne denli kırılgan olduğunu gösteren hazin bir tablodur. Adeta bir ibret vesikası gibi, 2006'dan 2025'e uzanan süreçte, Gazze'de ateşkes, sivil koruması ya da insani yardım erişimi talep eden en az dokuz taslak karar, "veto" denen o sihirli değnekle geçersiz kılındı. Bu durum, hukukun kağıt üzerindeki gücünün, reel politiğin gaddarlığı karşısında nasıl eriyip gittiğinin açık bir kanıtıdır.


Mesela, 11 Kasım 2006'da Katar'ın sunduğu ve İsrail'in Beyt Hanun'da onlarca sivili katlettiği saldırıyı kınayan o S/2006/878 numaralı taslak... Hatırlayın, Amerika Birleşik Devletleri tek başına veto etmişti. Benzer bir fecaat, 1 Haziran 2018'de Kuveyt'in Gazze sınırındaki sivil ölümlerine uluslararası koruma mekanizması öneren S/2018/516 taslağında da yaşandı. Kader, yine aynıydı: Veto.


Gazze'deki son savaş, bu trajik senaryonun adeta bir tekrarı gibiydi. 18 Ekim 2023'te Brezilya'nın “İnsani yardım için güvenli geçiş koridorları" çağrısı içeren S/2023/773'ü, yine ABD'nin vetosuna takıldı. Ardından, 25 Ekim'de bu kez ABD ve Birleşik Krallık'ın ortaklaşa sunduğu S/2023/792 geldi. İçinde "insani yardım" vardı ama nedense "ateşkes" kelimesi yoktu. Bu kez Çin ve Rusya, el ele verip veto ettiler. Sanki bir satranç oyunu, piyonlar sivillerin hayatı.


8 Aralık 2023'te Birleşik Arap Emirlikleri ve Arap Grubu'nun hazırladığı, doğrudan "acil ve kalıcı insani ateşkes" talep eden S/2023/970, yine ABD'nin vetosuyla kadük oldu. Aynı dram, 20 Şubat 2024'te Cezayir'in sunduğu S/2024/173 numaralı taslakta da tekrarlandı: "acil insani ateşkes" çağrısı 13 ülkenin onayına rağmen, tek bir ABD vetosuyla tarihin tozlu raflarına kaldırıldı.


Mart 2024'te roller değişti: 22 Mart'ta ABD'nin sunduğu ve rehinelerin serbest bırakılmasına bağlı olarak "sürdürülebilir ateşkes" öneren S/2024/239, bu defa Çin ve Rusya tarafından veto edildi. Ancak aynı yılın 20 Kasım'ında Cezayir'in "acil ve koşulsuz ateşkes" talep eden S/2024/835 tasarısı yine ABD vetosuyla reddedildi. Son olarak, 4 Haziran 2025'te aynı nitelikte bir karar girişimi, S/2025/353, yine ABD'nin tek vetosuyla düşürüldü.


Her bir taslak, en az on olumlu oy alarak aslında Konsey'in iradesini yansıtıyordu. Veto olmasaydı, bu kararlar hukuken geçerli olacaktı. Ancak gerçek şu ki, bu metinler hukuken "yok" sayılsa da, siyaseten hepsi arşivlerde yerini aldı. Oylama tutanakları, hangi ülkenin neyi savunduğunu, hangisinin "hayır" dediğini açıkça gösteriyor. Bugün "uluslararası hukuk yoktur" cümlesini diyenlerin dayandığı zemin çoğu zaman işte bu veto kayıtlarıdır.Ve bu belgeler, bir gün o hukukun gerçekten işlemesi gerektiğinde, sadece birer karar taslağı değil; kolektif hafızanın delilleri olacak.


Fakat sonra o akşamüstü masasına, yani hayatın kendisine dönüyorsunuz. Ve görüyorsunuz ki Güvenlik Konseyi’nin daimi bir üyesi, kendi çıkarına dokunan herhangi bir kararı tek bir “veto” ile geçersiz kılabiliyor. Görüyorsunuz ki İsrail, hakkında alınmış onlarca karara rağmen bildiğini okumaya devam edebiliyor ve en büyük hamisi ABD, bu durumu “dostlukla” meşrulaştırabiliyor. Rusya, bir başka egemen ülkenin sınırlarını ilhak ederken, dünyanın geri kalanı kınamaktan ve birkaç ekonomik yaptırımdan öteye geçemiyor. Bu örnekler çoğaltılabilir. Her bir örnekte, o “dedikodu” haklı çıkıyor, o “büyük idealler” ise birer hayal kırıklığına dönüşüyor.


Peki, o zaman her şeyi bir kenara atıp, “uluslararası hukuk koca bir yalan” deyip işin içinden çıkmalı mıyız? İşte benim itirazım da tam bu noktada başlıyor. Çünkü bu, sorunu anlamak yerine onu yok saymaktır. Bir şeyin tam olarak işlevini yerine getirememesi, onun hiç olmadığı anlamına gelmez. Uluslararası hukuk, bir emir-komuta zinciriyle işleyen, süngülü askerleri olan bir yapı değil. Varlığı ve etkinliği, en başta devletlerin kendi iradelerine, o meşhur “pacta sunt servanda” (ahde vefa) ilkesine olan inançlarına bağlı. Yani, bir nevi, aktörlerin hem senaryoyu yazdığı hem de oynadığı bir tiyatro sahnesi bu. Güçlü aktörler rolü beğenmeyince sahneyi terk edebiliyor, hatta ateşe verebiliyor.


Fakat bu durum bile, o “hukuk metninin” varlığını ortadan kaldırmıyor. O metin, o referans noktası orada durduğu müddetçe, en azından bir “meşruiyet” ölçütü sunuyor. Güçlünün hoyratlığını suratına vurabileceğiniz, “bak, senin de imzan var bu kuralların altında” diyebileceğiniz bir zemin sağlıyor. Bugün savaş suçlularının Lahey’de yargılanabilmesi, geçmişte hayal bile edilemeyecek bir durumdu. Yavaş işliyor, eksik işliyor, siyasi dengelerden etkileniyor, evet. Ama işliyor. İnsan hakları ihlallerinin eskisi gibi devletlerin “iç meselesi” olarak görülmemesi, bu “dedikodusu yapılan” hukukun bir kazanımıdır.


Aslında mesele, uluslararası hukukun “gerçek” olup olmamasından çok, bizim ona ne kadar “gerçeklik” atfettiğimizle ilgili. Eğer bizler, yani dünyanın dört bir yanındaki toplumlar, aydınlar, sivil hareketler, bu hukukun sadece güçlülerin bir aparatı olmasına izin verirsek, o da giderek o hale gelir. Ama ne zaman ki o metinleri, o sözleşmeleri bir referans olarak alır, kendi hükümetlerimizi ve uluslararası toplumu bu ilkelere uymaya zorlarsak, işte o zaman o “dedikodu”, ete kemiğe bürünmeye başlar.


Akşam inerken çayın demi solar; ama çayla birlikte, konuşmanın da tadı biraz kaçar. Masada artık o ilk dakikalardaki coşku yoktur, yerini “ne olacak bu işlerin sonu?” türü sessiz bir karamsarlık alır. Böyle zamanlarda ben, biraz Walter Benjamin’i hatırlarım: “Her belgenin aynı zamanda bir barbarlık belgesi olduğunu bilmeden uygarlık tarihi yazılamaz.”Bu söz, uluslararası hukuk için de geçerli. Kağıda dökülen her norm, bir barbarlık deneyiminin ardından gelir. Nürnberg’i hatırlayalım. Orada sadece Nazi liderleri yargılanmadı, aynı zamanda insanlığın “bir daha asla” deme arzusu cümleye döküldü.


Ama bu “cümle”nin ne kadar kırılgan olduğunu da biliyoruz. Çünkü her “evrensel değer” ilanı, pratikte bir “istisna” ile sınanır. Bir yanıyla Carl Schmitt’in o soğuk gerçekçiliği gelir kapıya dayanır: “Egemen, istisna hâline karar verendir.”Yani hukuku askıya alma yetkisi kimdeyse, hukuku da o tanımlar. İşte bu yüzden, Filistin’deki bir çocuğun adıyla, Ukrayna’daki bir annenin çığlığı arasında yankılanan fark, sadece coğrafya ya da medya ilgisiyle açıklanamaz; burada, güçle kayıt altına alınan bir “öncelik sıralaması” vardır.


Ben yine de Antonio Gramsci’nin o meşhur ifadesini unutmak istemem: “Aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği.” Belki uluslararası hukuk da böyle bir şeydir. Kağıt üstünde mükemmel olmayan, ama yine de yazılmış olmasıyla anlam kazanan bir çaba. Hukukun mutlak bir adalet sağlamadığı, ama adaletsizliğin mutlak haline karşı elimizde kalan son not defteri olduğu fikri… kendim ifade edersem: “Hukuk, mutlak doğruyu bulmak için değil, kötünün biraz daha iyisini denemek içindir.”   


Velhasıl, uluslararası hukuk bana bazen Yeşilçam’ın o “iyi kalpli zengini”ni hatırlatır. Belki pek gerçek değildir, ama herkesin içten içe olmasını istediği bir figürdür. Film sonunda kapıdan girip girmeyeceği belli değildir ama umut işte oradadır. Bize düşen, o senaryoyu yazmak değilse bile, en azından unutmamaktır. Çünkü unutan sadece hukuku değil, kendini de kaybeder.

Yorumlar


bottom of page