KIRILAN AYNALARDA ÇOĞALAN BENLİKLER
- Mehmet Emin ÜNAL
- 2 gün önce
- 2 dakikada okunur
Bazen insan bir aynanın karşısına geçer ve yalnızca yüzünü değil, zamanla şekillenen iç dünyasının fay hatlarını da görmeye başlar. Aynadaki o yansıma, sadece fiziksel bir görüntü değil, geçmişin gölgeleriyle örülü bir hatıradır.

O an insan, neye dönüştüğünü değil, neyi yitirdiğini, kimde kaldığını, neleri yarım bıraktığını sorgular. Çünkü bazı eksiklikler görünmezdir; ruhun en kuytusunda saklanır, sessizce büyür, susarak ağlatır insanı. Ve bazen bir göz kırpması kadar kısa, bazen bir ömür kadar uzun bir vedanın sancısını taşır yürek. Söylenemeyen sözler, gecikmiş açıklamalar ve bir türlü kapanmayan defterlerdir insanın ağır yükü ve bu yükün sancısı insanın hayatına mührünü vuran bir renge sahiptir.
Zaman, bazen bir yolculuktur, bazen de sadece bir geçip gidiş. Bir tren gibi geçer yanımızdan, çoğu zaman hazır değilizdir binmeye. Beklerken unuturuz neden orada olduğumuzu, elimizdeki biletin nereye götüreceğini. İçinden geçenler bazen bir şehir olur, bazen bir çocukluk anısı, bazen de bir bakış, bir elveda. Ve o trenin camında, sadece bir suskunluk belirir. Çünkü bazı yolculuklar sessizlikle başlar, sessizlikle biter.
İnsan, yaşamı boyunca birçok yalanla yüzleşir; dostların suskunluğu, kalabalıkların içindeki yalnızlık, yarım bırakılmış cümleler… Ama en büyük yalanı kendi gözleri söyler. Aynaya her bakışında “iyiyim” diyen o gözler, aslında en çok acıyan yerdir. Çünkü gözler yalan söylemez gibi görünse de, en çok orada saklanır gerçekler. İnsanın iç sesi, çoğu zaman anlatılamayanların yankısıdır. O gözden o kalbe o kalpten o ruha damıtılan hüznün haddi hesabı yoktır.
Her insan biraz yanlış anlaşılmıştır. Biraz fazla sevilmemiş, biraz az dinlenmiştir. Bu yüzden yorgundur kelimelerimiz. Bu yüzden bazı sabahlar uyanmak, geçmişin yükünü sırtlamak gibidir. Oysa biz, bir zamanlar o sabahlarda hayaller kurardık. Sevincin adını bilirdik. Şimdi ise puslu aynalara bakarken, sadece kendimizi değil, kaybettiğimiz masumiyeti de arıyoruz. Kırılan aynalarda çoğalan benliklerimiz, içimizdeki sessiz çığlıkların yankısını taşıyor artık.
Bazı suskunluklar, vazgeçmenin en derin halidir. Konuşarak anlatılamayanı, sessizlikle aktarmaya çalışır insan. Çünkü her kelime, içimizdeki asıl yaraya dokunur. Sözler yeterli gelmez, ifadeler eksik kalır. O zaman, içimizde taşıdığımız o karanlık taraf için bir mum yakarız. Ve bazen, en çok ışığı içinde taşıyanlar, karanlıkta en yalnız yürüyenlerdir. Hayat onları görmezden gelir, çünkü onların gürültüsü yoktur; sadece sükûnetin yankısı vardır adımlarında.
Artık zaman, geçmişe eğilen bir baş, geleceğe uzanamayan bir yürek haline gelmiştir. Yaşadığımız çağ, hızla geçerken içimizde bir şeyleri eksiltmiştir. Sevinçlerimiz telaşla gelip geçerken, özlemler yerleşmiş, sessizliğe tutunmuştur. Mektuplarda unutulmuş güller hâlâ solgun bir umutla göz kırparken, hatırlamanın ne kadar zor, unutmanın ise ne kadar imkânsız olduğunu fark ederiz.
Unutmak, belki de en büyük yalandır. Ve biz, o yalanın içinde yaşamayı öğrenmişizdir. Ama her gece, sessizce içimizde bir parçamız ağlamaya devam eder. Madem ki unutmak en büyük yalan öyleyse gelip geçen bu dünyada baki kalan o hoş sadanın izini sürmek iyi olanı bulmak ve görmek için çaba sarfetmeliyiz. Nurullah Genç’e kulak vererek noktalayalım sözlerimizi...
“Avuçlarına gülümse/ Çizgilerinde kaderin kardelen tohumları”
“Baki kalan bu gökkubbede hoş bir sada imiş”.
댓글