top of page

ENTELEKTÜEL AMA ETKİSİZ: PRENS SABAHADDİN

Prens Sabahaddin… Adını duyduğumuzda çoğumuzun gözleri parlar, içimizden bir “işte bu!” sesi yükselir. İlk liberal, deriz, birey dedi, serbest piyasa dedi, adem-i merkeziyet dedi… Ders kitabından fırlamış, idealist bir aydın profili çizilir zihnimizde. Fikirlerinin parlaklığı, düşüncelerinin öncülüğü yadsınamaz. Eyvallah.

ree

Ama arkadaşlar, iş sadece “dedi”yle olmuyor. Fikir var mıydı? Vardı, hem de en alası. “Bürokrasiye karşı birey” dedin mi? Dedin. Haklıydın da. Dönemin Osmanlı bürokrasisinin hantal yapısı, bireysel inisiyatifin önündeki en büyük engellerden biriydi. Peki o birey kimdi, Prens Hazretleri? Gözlerini Anadolu’nun ücra köşelerine çevirdiğimizde, karşımıza çıkan manzara neydi? Okuma yazması olmayan, cebinde kuruşu bulunmayan, yüzyılların birikmiş yoksulluğu ve cehaletiyle yoğrulmuş, dünya gailesinden bihaber bir kitle…


Bu bireyi nasıl alıp da bir ideolojinin motor gücü yapacaktın? Nasıl bir “özel teşebbüs” ruhu aşılayacaktın, bırakın sanayiyi, tarlasını bile zor ekip biçen, geçim derdinden başka bir şey düşünemeyen bu insanlara? Prens Sabahaddin, ne yazık ki bu soruların cevabını veremedi. Hatta belki de vermeye tenezzül bile etmedi.


Peki zemin var mıydı? İşte bütün düğüm burada. Yoktu! Halk birey olmadan bireycilik mi olur Allah aşkına? Sabahaddin “birey” diyor, özgür bireyden dem vuruyor, ama o birey nerede? Anadolu’nun ücra köşelerinde köylü daha nüfus kağıdı nedir bilmiyor, aşiretin, şeyhin, muhtarın gölgesinde yaşıyor. Sen kalkmış Spencer’dan, Montesquieu’den bahsediyorsun. E peki sonra?


Hiçbir şey. Koca bir hiç!


Adam fikir üretmiş ama uygulamak gibi bir derdi olmamış. O, entelektüel olarak fildişi kulesinden inmeyi reddetti. Avrupa’nın salonlarında, Jön Türk komitelerinde ahkam kesmek, makaleler yazmak, döneminin aydınlarıyla entelektüel tartışmalara girmek kolaydı. Ancak Anadolu’nun çamurlu yollarında yürümek, ücra köy kahvelerinde halkla diz dize gelip, o yüce fikirleri, onların anlayabileceği bir dille anlatmak, ete kemiğe büründürmek bambaşka bir işti. Kimsenin elinden tutmadı, halkı örgütlemedi. Bir liderin, bir devrimcinin yapması gereken en temel şeyi yapmaktan uzak durdu: tabanla bağ kurmak.


O sadece bir entelektüeldi, evet. Fikirleri ışık saçtı, zihinleri kamaştırdı, yeni nesillere ilham verdi, eyvallah. Ama o ışık, ne yazık ki, içinde bulunduğu karanlığı dağıtmaya yetmedi. Belki de bu topraklara erken gelmiş bir düşünürdü. Ama örgütçü değildi, liderlik vasfı yoktu, halkla bütünleşme gibi bir amacı da görülmedi. İttihatçılar’la kavgalıydı, onları despotlukla suçluyordu, haklıydı da. Ama onların halkla bir bağı vardı, küçük de olsa bir teşkilatlanmaları vardı. Sabahaddin’in ise yoktu. Zaten hiçbir seçimde kazanamadı, hiçbir kitleyi peşinden sürükleyemedi. Memleketi uzaktan sevmek kolaydır, hamasetle doludur. Zor olan Sivas’a, Tokat’a, Yozgat’a gidip o “birey”i, o “serbest piyasa”yı anlatmaktı. Gitti mi? Gitmedi. Gitseydi, belki biz bugün başka bir Prens Sabahaddin’i, başka bir Türkiye’yi konuşuyor olurduk.


O, Montesquieu’nün “kuvvetler ayrılığı” ilkesini ya da Spencer’ın “toplumsal evrim” teorisini Balkan köylüsüne yahut Anadolu’nun çobanına anlatmaya kalkışmadı. Çünkü biliyordu ki, o fikirler, o topraklarda “çalışmaz”dı. Teori ile pratik arasındaki uçurum, Prens’in tüm çabalarını beyhude kıldı. O bir öncüydü, bir düşünürdü, bir aydındı. Ama lider değildi, devrimci değildi, taban siyasetçisi hiç değildi. Bu kadar basit. Belki de sorun fikirlerde değil, o fikirleri hayata geçirecek yürekte, dirayette ve en önemlisi, halkla bütünleşme azmindeydi. Prens Sabahaddin, ne yazık ki bu azmi gösteremedi. Ve bu, onun en büyük talihsizliği oldu.


Bakın, fikirler önemlidir, çok önemlidir. Bir toplumu ileriye taşıyan, ona yön veren fikirlerdir. Ama zemini olmadan, toprağa basmadan fikir, saman alevi gibi parlar ve söner. Sabahaddin’in fikirleri belki yüz yıl sonra bile değerli, hala tartışılıyor, hala referans gösteriliyor. Ama hiçbir zaman kitleselleşmedi, hiçbir zaman bir harekete dönüşmedi. Çünkü o fikirlerin toprakla, insanla, Anadolu’nun çamuruyla teması yoktu.


Sonuç? Kitaplara girdi ama hayata giremedi. Ve bu ülkede tarih kitaplarına girmek, maalesef her zaman hayatta gerçekten bir iz bırakmak anlamına gelmiyor.


Çünkü bu topraklarda hep aynı şey olur: Konuşan çok olur, uğraşan az. Sabahaddin, konuşan taraftaydı. O bir mütefekkir olarak parladı, bir projektör gibi karanlığı aydınlattı. Ama lider olamadı. İşte bu yüzden, Prens Sabahaddin, tarihin tozlu sayfalarında bir “proje” olarak kaldı; potansiyeli yüksek ama gerçekleşememiş bir proje. Bu durum, bize Türkiye’de entelektüel mirasın neden bazen sadece “sözde” kaldığına dair önemli bir ders veriyor, sizce de öyle değil mi?

Yorumlar


bottom of page