ANAYASAL GELİŞMELERE DAİR BAKIŞ
- Salih Refi
- 14 Eki 2023
- 5 dakikada okunur
Halihazırda Türkiye fikri tartışmalardan uzaktır. Solundan sağına mevcut tüm siyasi anlayışlar fikir üretememekte, hele hele ümit bağladığımız gençlik bundan çok çok uzaktır.

Ülke gündemini şu sıralarda pek çok konu meşgul etmekte. Yıllardır gündemde olan ve bilhassa mevcut hükumet tarafından çeşitli vasıtalarla tekrarlanmış olan yeni ve sivil anayasaya geçme teklifi de bu konulardan biri. Ülkemizde anayasal sürecin merhaleleri hep buhranlı vakitlere denk gelmiş, bir kurtarıcı telakki edilmiş, herhâlde bu nedendendir ki bu serüven her defasında hüsranla nihâyet bulmuştur.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi adına öncelikle sürecin ilerleyişinden bahsetmek zannımca daha uygun olacak. Anayasal sürecimiz 1808'e padişah ile ayanlar arasında imzalanan Sened-i İttifak'a kadar uzanıyor. Bundan 31 sene sonra Tanzîmât ve 48 sene sonra Islahât Fermanlarının ilanlarıyla süreç ilerlemiş, 1876 yılında ise Türk devlet hayatı Kanun-ı Esâsî'nin ilanıyla ilk anayasasına kavuşmuş oldu. Fakat ömrü çok kısa sürmüş, devrin padişahı 77-78 Osmanlı-Rus Harbi'nde alınan mağlubiyetin müsebbibi olarak gördüğü Meclis-i Mebusân'ı (seçilmişler meclisi) tatil etmiş, Kanun-ı Esâsî'yi de fiilen askıya alarak "Devr-i İstibdât" namıyla meşhur olan otuz senelik mutlakiyet devrini başlatmış oldu. 1909'da muhaliflerinin baskısı neticesinde II. Meşrutiyet namıyla meşhur olmuş fakat yanlış kullanılan, doğrusunun Hürriyetin İâdesi olması gereken olay vukua gelmiş; Sultân II. Abdülhamid, Kanun-ı Esâsî'yi yeniden yürürlüğe koymaya ve Meclis-i Mebusân'ı toplamaya mecbur kalmıştır. 1909'da 31 Mart Vakası ile Sultan’ın hâl edilmesi ile Meclis yeni kararlar almış, parlamenter sistem ilk defa ülkemizde uygulanmaya başlamıştı. Daha sonra gelişen siyasi atmosfer neticesinde Meclis fiili olarak mesai harcamasa da resmiyette varlığını 1918'e kadar korumuştur. 1918'de Meclis tekrar feshedilmiş ve anayasa askıya alınmış,1920'deki meşhur oturumuna kadar kapalı kalmıştı.
1920'de son kez toplanan Mebusân Meclisi Misâk-ı Milli kararlarını kabulünün ardından İngiliz işgaline uğramış ve feshedilmiştir. Bu olay üzerine Meclis Ankara'da Büyük Millet Meclisi adıyla toplanmıştır. Çalışmaya başlayan Meclisin ilk icraatlerinden birisi cumhuriyetimizin ilk anayasası olan Teşkilât-ı Esâsîye Kanunu'nu kabul etmek oldu. İlk anayasamız muhteviyâtı açısından diğer anayasalarımızdan daha az maddeye sahiptir ve savaşın olağanüstü şartlarını bünyesinde barındırır. İstiklal Harbi'nin galibiyetle sonuçlanıp barış anlaşmasının imzalanmasının ardından Meclis mevcut anayasanın yetersiz oluşunu göz önüne alarak yeni anayasa hazırlığına girişti ve 1924'te yeni anayasa kabul edildi. 1924 Anayasası yedi kez değişikliğe uğramış,1960’a kadar kullanılmıştır.
1960 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koymasının ardından Milli Birlik Komitesi kurulmuş ve yeni anayasa hazırlığına gidilmiştir. 1961 senesinde kabul edilen bu anayasa bazı değişiklikleri ihtiva ediyordu. TBMM, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu adlı ikili meclis sistemine geçiyor, yüksek mahkemeleri düzenliyor; Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu gibi kurumları kuruyordu. Bu anayasa 12 Eylül 1980'e kadar devam etmiştir. 12 Eylül'de Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyması ile 61 Anayasası askıya alınmış, yeni anayasa hazırlığına gidilmiştir. İki sene sonra kamuoyuna sunulan anayasa 1982'de ilan edilmiş aynı sene içerisinde halkoyuna sunulmuş ve kabul edilerek yürürlüğe girmiş, üzerinde defalarca değişiklik yapılmış ve yürürlükte kalmıştır. Anayasal sürecimiz yukarıda da anlattığımız şekilde ilerlemiştir. Tarihin penceresinden de baktığımıza göre asıl meselemize gelebiliriz. Anayasal sürecimiz iki buçuk asra yakın olduğu halde görüyoruz ki tarih daima tekerrür ediyor, anayasada değişikliğe gittiğimiz zamanlar her nedense en buhranlı günlerimize denk geliyor.
Kanun koymak, değiştirmek çok müşkil, netameli ve veballi bir iştir. Şartların ince bir süzgeçten geçirilmesi, tahlilinin doğru olarak yapılarak gerekli kanunların yürürlüğe girmesi elzemdir. Ehil ellerin vazifelendirilmesi, mükemmele yakın sonuç almayı da kolaylaştırır. Ancak buhranlı dönemler uzun düşünceleri, fikri tartışmalara izin vermez, bundandır ki uğraşlar akamete uğrar. Hatta üzerindekisis bulutunu arttırmaktan başka bir işe yaramadığı gibi yeni bir anayasaya inanmış insanların şevkini de kırabilir. Şu da unutulmamalıdır ki halkın istediği ve anayasa arasındaki farkı kavrayamaması, onu bir kurtarıcı bellemesi de neticede hüsrâna uğraması da tuzu biberi olmuştur. Bu yalnızca günümüz için değil vârisi olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu için de geçerlidir. Halkın hayatındaki sıkıntılarının ne sebebi ne de sonucu tam olarak anayasadadır. Onu alakadar da etmeyeceğinden ilgilenmesine lüzum da yoktur (!). Kaldı ki asırlardan beri başımıza musallat olan kaht-ı ricâlin en zirve devrine rast geldiğimiz de unutulmamalıdır. "Kanun yoksa kanun yaparız." sözünün söylendiği ve bu zihniyetin değişmediği bir memlekette alınacak her kararın sıhhati halk cihetinde şüphe uyandıracaktır. Ki bu sözün hikmetini ifhâma siz değerli okurlarımızın idrâkine istinâden lüzum görmemekteyim. Ahlaki çöküntünün, menfaatperestliğin ve sair sebeplerin devam etmesi de halkın anayasa denilen kavramı anlamasına mâni olacağı gayet açıktır.
Pekâlâ öncelikle şu soruyu soralım ki yolumuza devam edelim. Mesela eğitimden sanata siyasetten ahlâka iktisattan bürokrasiye kadar her alana sirâyet etmiş yozlaşmanın çâresi anayasa mıdır? Yahut daha sayamadığımız onca sorunun müsebbibi midir? Elbette değildir. Fakat halkımızın anladığı budur. Milletimizin gönül verdiği olgulara bağnazca bağlılığı buna sebep oldu. Halkımız bu değişiklikleri hiçbir zaman tam mânâsıyla anlayamamış, peşine takıldığı figürün amansız müdafii kesilmiş, birbirinin kalbini kırmaktan geri durmamıştır. Bu da meseleyi keşmekeşe götüren yola su taşımıştır. Garplı zihniyetiyle inkişâfı, şarklı zihniyetiyle kinini muhafaza eden idareci zümrenin bu teşebbüsüne ancak gülünebilir. Zira Türkiye tarihinin en kötü dönemlerinden birindedir. Hangi açıdan dediğinizi duyar gibiyim, hemen izah edeyim. Halihazırda Türkiye fikri tartışmalardan uzaktır. Solundan sağına mevcut tüm siyasi anlayışlar fikir üretememekte, hele hele ümit bağladığımız gençlik bundan çok çok uzaktır. Zira fikir birçok iklimin senteziyle oluşur. O iklimler çoğunlukla kitaplara, bu kitaplardan alınan bilgilerin tahliliyle gelir. Ve nihayetinde çeşitli kalemlerin, çeşitli medeniyetlerin; hür zihinlerin ve merhametle, sevgiyle yoğrulmuş gönüllerin insafından fikirler meydana gelir. Türkiye bu tür manifestolardan uzaktır. Sadece siyasette değil hayatın her safhasında uzaktır. Okuma oranlarının yerlerde süründüğü, fikri tartışma alanlarının nadiren görüldüğü, fikir teatilerinin sönük, yeni fikirler üretmek şöyle dursun en aşağı otuz kırk sene öncesinin fikirlerinden öteye gidememiş bir atmosferde yeni anayasa kime nasıl bir hayır getirebilir? Ayrılıkçı fikirlerin hâlâ gündemden düşmediği, ülkenin temel değerleriyle olan çekişmenin nihayet bulmadığı bir atmosferde tüm unsurları bir arada tutacak, herkesi memnun edecek bir anayasa hazırlamak mümkün değildir. İllaki bir tarafa çekilecek ve yeni kısır tatrtışmaları beraberinde getirecek, nefreti arttıracaktır. Bu nefret, bu öfke bu yan bakış ne zaman nihayet bulacak o vakit? Aklı eren herkesin bu durumdan bizar olduğu bir dönemde yeni anayasa çok açık ki kimseye yarar getirmez.
Sözlerimin nihayetine geliyoruz. Bunca sözün hülasâsı şu ki halkımız anayasanın değişmesi gerektiğinde hemfikir. İhtilâlin emarelerini taşıyan bir kanunlar bütünün devam edemeyeceği muhakkaktır. Bu öncelikle bizim gibi demokratik bir rejime yakışmaz. Fakat bunu yapamayacağımız da açıktır. Öncelikli nedeni siyahı siyah beyazı beyaz olarak kabul etmemeye sırf zıt görüşlere inat olsun diye devam etmemizdir. Ayrıca halk için onayladığı yahut reddettiği o tasarı pek de umurunda değil. Çünkü bir kıstas değil. Halkımızın kıstasları gönül bağladığı liderin dudağından çıkacak iki kelime ve kahve köşelerinde; eş, dost muhabbetinde akıldan akıla dolaşan bin türlü tefsire uğramış çeşitli iftiralara bulaşmış anayasadan uzak tamamıyla karmaşık dedikodulardan ibaret. Ayrıca buna gördüğü ve tam olarak anlamasının en azından iki nesil sonrasında olabileceği somut olaylar da eklenebilir. Yani daha da kısası halk için somut bir obje lazım. Evet evvelce cahil bir millet idik bu doğru. Dün doğduk bugün ölürüz diyen bu millet, bilgisizliğini kabullenmiş; düşünmediği kaderini yöneticilerine, münevverlerinin ellerine bırakmış, olacakları sadece izlemekle yetinmişti. Bundandır ki eski devrin münevverlerini suçlu bulabiliriz. Mesela büyük ediplerden Yakup Kadri’nin “Yaban” adlı romanı da bunu ele alır. Çeşitli gazete yazılarında da bu konu işlenmiştir. Ancak okuma-yazmanın yaygınlığı, her köşe başına yüksek tahsil verecek okullar kondurmamız besbelli bu cehaleti üstümüzden almaya yetmemiş; eski anlayışımızdan ve boş vermişliğimizden bir şey götürmediği gibi o kabullenişi de bir reddediş ile değiştirdiğini fark edebiliyoruz. Her iki tarafta da sayılarının hiç de önemsiz olmadığını sizin de gördüğünüz, düşüncesizliğini nasibe bağlamış, bildim demenin yanılgısını kaderine vermiş ve yazgısına veryansın etmiş; okumayı sevmeyen, okusa da okuduğunu anlamayan, anladığını reddedip ehline müracaat etmeyen bir ukalalar ordusuna ve her şeyi bilmenin hülyasına kapıldığı hâlde; ilmini fikrine ,heva ve heveslerine kurban eden bir gürûh-u lâ yuflihûnun var olduğu bu toplum düzeni değişmediği takdirde kaç neslin daha milletimizin penceresinden anayasal gelişmelere bakacağını, aynı olayların tekerrür edişine şahit olup acı acı güleceğini, sıkılacağını hatta daha da öteye giderek çaresizce üzüleceğini kestirmek herhalde güç olmayacaktır
Comentários