top of page

YÜRÜDÜK, BAĞIRDIK... SONRA?

2007’den bu yana Türkiye’deki muhalefet neredeyse her yolu denedi. Sokaklara çıktı, sandığa gitti, ittifaklar kurdu, adaylar çıkardı. Kimi zaman milyonlarca insanı harekete geçirmeyi başardı; kimi zaman da sandıktan ciddi bir destek aldı. Ancak bu yoğun çabalara rağmen, muhalefetin %49’lara varan toplumsal desteği, bir türlü devletin kurumsal yapılarında — yasamada, yürütmede ya da yargıda — kalıcı bir etkiye dönüşemedi.

ree

Türkiye’nin sokaklarında büyük kalabalıklar toplanabiliyor, seçimlerde iktidar zorlansa da, ertesi gün değişen bir şey olmuyor. Bu durum, sadece strateji eksikliğini değil, aynı zamanda derin bir yapısal sorunu da işaret ediyor.


Charles Tilly’nin ifadesiyle, muhalefet yıllardır “kolektif eylem repertuarı”nı zorluyor. Mitingler, yürüyüşler, adalet arayışları, sosyal medya kampanyaları... Her biri halkın sesini duyurmak için bir yol. Ama hepsi belirli bir eşikte kalıyor. Eylemlerin ardından gelen sessizlik, uzun vadeli bir strateji eksikliğini gözler önüne seriyor. Ne yapılmak istendiği net değil. Mesela Ekrem İmamoğlu serbest bırakıldığında ne olacak? Sokaklar boşalacak mı? Ya da erken seçim olursa tüm sorunlar çözülecek mi? Bu soruların cevabı yok.


İmamoğlu örneği, bu belirsizliğin bir başka boyutunu daha ortaya koyuyor. Son iddianamede, İmamoğlu’nun yolsuzluk yaptığına dair suçlamalar yer alıyor. Yani ortada salt siyasi değil, aynı zamanda adli bir dava var. Burada kritik soru şu: Eylemciler tam olarak ne talep ediyor? Gerçekten yolsuzlukla suçlanan birinin serbest bırakılmasını mı, yoksa bu süreci tıpkı 1990’lardaki İtalya’daki “Temiz Eller Operasyonu” gibi tüm devlet ve parti kadrolarını kapsayan köklü bir yolsuzluk temizliği fırsatına dönüştürmeyi mi arzuluyorlar? Ya da bu tepkiler sadece Tayyip Erdoğan’a yönelik öfkenin bir tezahürü mü?


Bu soruların yanıtı netleşmeden, protestoların toplumsal meşruiyeti ve siyasal gücü de sınırlı kalacaktır. Eğer mesele sadece bir isme, bir sembole indirgenirse, o ismin serbest kalmasıyla hareketin ivmesi düşer. Ancak mesele kurumsal yozlaşmanın yapısal eleştirisine dönerse, o zaman bu hareket bir karşı-hegemonya potansiyeli taşıyabilir. Ne yazık ki, muhalefetin geniş kitleleri bir araya getirmesini sağlayan şey, ortak bir vizyondan çok, ortak bir düşman gibi görünmeye devam ediyor. Ve bu, uzun vadede zayıf bir zemindir.


İşte burada Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramı devreye giriyor. Gramsci, iktidarın sadece baskı yoluyla değil, rıza üretimiyle sürdürüldüğünü söyler. Türkiye’de iktidar bloğu, medya, eğitim, din gibi birçok alanda bu rızayı üretme mekanizmalarını elinde tutuyor. Muhalefet ise bu mekanizmaları kıracak ya da alternatif bir anlatı inşa edecek karşı-hegemonik bir yapı kuramıyor. Sadece karşı çıkıyor ama neyin yerine neyi koymak istediğini yeterince açık edemiyor. Var olanı reddetmek, yeniyi inşa etmek için tek başına yetmiyor


Muhalefetin artık sadece tepki vermekle yetinmeyip, teklif de sunması gerekiyor. Aksi takdirde, bugünkü çabalar ne kadar anlamlı olursa olsun, karşı-hegemonik bir güce dönüşemeyecek. Ancak bu noktada sadece siyasal aktörleri değil, sokaktaki protestocuları da eleştirel bir bakışla değerlendirmek gerekiyor. Zira birçoğu, neye karşı olduklarını yüksek sesle dile getirirken, ne istedikleri konusunda sessiz kalıyor. İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı sokağa çıkanlar, gerçekten adaletsizliğe mi, yoksa sadece kendi siyasi tercihleri zedelendiği için mi öfkeliler? Daha da önemlisi, İmamoğlu serbest kalsa bu tepki dinecek mi, yoksa sistemdeki çürümenin tümüne karşı bir mücadeleye mi dönüşecek?


Bu noktada bazı çifte standartlar göz ardı edilemez. Örneğin, Türkiye'nin doğusunda HDP’li belediye başkanları yargı kararı olmaksızın görevden alınıp yerlerine kayyum atanırken, neden benzer bir kitlesel tepki ortaya çıkmadı? Eğer bu eylemler gerçekten hukukun üstünlüğü ve seçilmişlerin iradesini savunmak adına yapılıyorsa, bu adaletsizlikler neden görmezden gelindi? Aynı şekilde, AKP’nin kurucu kadrolarından gelen birçok büyükşehir belediye başkanı, herhangi bir yargı süreci işletilmeden “affını isteyerek” görevden ayrılmak zorunda kaldığında, neden ne sokakta ne medyada ciddi bir kamuoyu tepkisi oluşmadı?


Eğer mesele gerçekten yolsuzlukla mücadele ve demokratik meşruiyetin savunulmasıysa, bu tutarsızlıklar nasıl açıklanabilir? Bu tür seçici duyarlılıklar, protestoların ahlaki meşruiyetini zedeliyor ve hareketin geniş kesimlerce ciddiye alınmasını da zorlaştırıyor. Tepkiyle hareket eden ama ilkesel bir zemine oturmayan bir muhalefet, geçici heyecanlar yaratabilir ama kalıcı dönüşüm üretemez.

Yorumlar


bottom of page