top of page

ONU ANLAMAK: THEODOROS ANGELOPULOS

Angelopoulos tarihi seven ve filmlerinde savaşın bıraktığı yurtsuzluğu oluşturan durumları anlatır, dolayısı ile filmlerinde Antik Yunan'dan esintiler olduğunu görürüz.

ree

'' Zaman geçiyor ve izler bırakıyor... Hareketlerimiz, düşüncelerimiz, olanaklarımız ve cesaretimiz üzerinde. Daha kaç film çekeceğimi bilmiyorum. Belki bir, belki iki, belki daha fazla. İşte bu nedenle bazen acele etmem gerektiğini hissediyorum. Söylemek istediğim son birkaç kelimeyi de söyleyememekten korkuyorum, ruhum bir gemiye binip gitmeden önce.''

-Teodoros Angelopoulos


Savaşın onu kucakladığı Yunanistan'ın Atina şehrinde, 27 Nisan 1935'te dünyaya gelen Angelopoulos, çocukluğundan gençlik yıllarına kadar, gelecekte onu ve onun sinemasını besleyecek olan duyguyu içinde yavaş yavaş büyütmeye başlamıştır; boşluğu.

Angelopoulos'un filmleri birbirlerine açılan kapılar barındırır içinde. Her filmi birbirinin bütünü gibidir, aynı nesneler, aynı duygular, tekerrür eden mit'ler, metaforlar vardır. Bütün bu filmleri sanki bir daireyi oluşturur gibi, kendilerinden bir parça barındırır birbirlerinde ve bu daire, neticesinde boşluğu oluşturur. Ayrı gibi görünseler de birbirleri ile iç içe geçerler, döngüselliği doğururlar.


Bütünün dışında, filmlerine yakından baktığımızda da süregelen bir eksiklik, bitmemişlik, yarım kalmışlık hissi vardır, bu soyut bir duygudan ziyade somut öğeler ile de desteklenir. Yıkık, harabe, ne tamamen yok, ne de tamamen var olan; yapılarla. Angelopoulos'un filmlerindeki en temel öge ise, suyun kendisidir. Su, yaşamın, canlılığın en değerli maddesidir ve Angelopoulos bu yönüyle canlılığı, yaşamı metafor haline getirirken aynı madde ile filmlerinde pus, sis, kar, buz, buğu gibi döngülerin kasvetinden ve karamsarlığından da beslenir. Su burada, hem yaşamı hem de yaşamın içindeki yaşamsızlığı anlamlandırır nitelikteliktedir. Thales’in sonsuzluğu işaret ettiği su arkhesiyle ile de boşluk ve döngü evrenini niteler. Sonsuzluk ve bir gün adlı filminin ismi bile bu bağlamdan yola çıkarak yeniden bir anlam kazanmaktadır.


Angelopoulos tarihi seven ve filmlerinde savaşın bıraktığı yurtsuzluğu oluşturan durumları anlatır, dolayısı ile filmlerinde Antik Yunan'dan esintiler olduğunu görürüz. Angelopoulos'un filmlerindeki devasa heykeller ise tarihe, boşluğun çerçevesinden bir bakıştır. Yönetmen her ne kadar filmlerinde yurtsuzluğu ve ait olamama duygusunu anlatmak istese de izleyicinin tarihi ve mitleri sorgulamasını da ister. Öyle ki, izleyici ile yönetmen arasındaki bağ aslında daha da güçlenir çünkü Angelopoulos, filmlerin açık uçlu olması gerektiğini, izleyicilere yekpare bir anlamın dayatılmaması gerektiğini; bir filmi, yönetmenin ve izleyicilerin yani iki farklı bakış açısının bütünleşerek ancak bir filmi oluşturabileceğini söyler. Onun için filmler, sadece yönetmenin izleyiciye aktardığı içi boş öğeler olmamalıdır. Her zaman bir boşluk vardır ve o boşluk izleyicilerin düşünceleri ile doldurulur, tamamlanır. Bu bağlamda, Antik Yunan'da diyalektik (akıl yürütme, sorgulama) düşüncenin önemine değinecek olursak, yönetmen tarih ve şimdi arasında izleyiciyi aktif bir konuma getirmektedir.


Angelopoulos'un filmlerindeki diğer çarpıcı öğelerden birisi ise savaşın yanında, düğünlerdir. Evi, yurdu yıkılmış insanlara tezat olarak ev kuran, evlenen çiftleri görürüz. Filmlerinde yalnız bireylerin yanı sıra sürekli topluluk halinde bulunan insanlar da vardır. Bu tezatlıklar bizi döngünün en başına götürür aslında, boşluğa. Boşluk; soğuk, karamsar ve umutsuzluğu simgelerken aynı boşluk su ile doldurulabilir, şekillenebilir, yani; umut ve yaşam ile. Eleni Karaindru ise Angelopoulos sinemasını bestelediği müzikler ile kucaklar ve filmlerdeki boşluk ile beraber, aynı zamanda filmlere bir bütünlük katar.


Angelopoulos bu boşluk olgusunu kamera teknikleri ile de niteler. Filmlerinde dairesel kamera hareketlerini, uzun uzun çekilmiş planları, zoom-in, zoom-out gibi teknikleri sık sık görürüz. “Kamera ve filme alınan nesne akan bir su gibi karenin içine inanılmaz bir esneklik getiren sürekli bir akım halindedir” (O’Grady, 1990, 87). Bu nedenle, Paris'te okuduğu Fransız Enstitüsünde kabul görmeyip, okuldan atılmış olsa da bu teknikleri onu gelecekte autor yönetmen haline getirecektir.


Angelopoulos'un filmlerinde, önlerinde engeller olan aşıkları da görürüz. Bu tezatlık oluşturmak adına oluşturulan ''umut'' duygusu ile beraber Angelopoulos'un her film çektiğinde kendisinin ilk defa aşık oluyormuş gibi heyecanlı olduğunu dile getirmesi ile de ilişkilendirilebilir. Çünkü Angelopoulos sinemasında onun anılarından, gerçek yaşamından kesitler vardır hep. Onun sinemasında karakterler, zaman ve mekan algısından kopar. Her şey rüya gibi olan sahneler ve gerçeklik arasında süregelir. Karakterler yurtsuzluk, hiçbir yere ait olamama, hiçlik ve yabancılaşma duygusu ile hep bir arayış ve yolculuk halindedir. Puslu Manzaralar filmi bu yolculuk halini tanımlayabilecek en özel filmlerinden biridir. Angelopoulos için bu yolculuk halinin sonucunda gerçekleşecek olan ''varmak'' kavramı önemli değildir. Onun için önemli olan ''yolculuk'' ve ''yolda olma'' halidir. Dolayısı ile sıcak yurdunda, savaşın getirdiği köhne soğukluk ile içimizi üşüten buz gibi filmler yapmıştır Angelopoulos. Sadece bu yüzden, filmlerinin içimizde doğurduğu o boşluğu anlamak adına, Onu anlamak gerekir.


Yorumlar


bottom of page