top of page

TURGUT ÖZAL: TÜRKİYE'NİN MODERNLEŞME SÜRECİNDE BİR ÖNCÜ

Bugün çağdaş Türkiye’nin modernleşmesinin en önemli aktörü olarak gördüğüm Turgut Özal’ın aramızdan şüpheli bir ölümle ayrılışının 31. yılı. 31 Yıl önce bugün ölüm haberini aldığımda nasıl üzüldüğümü hatırlıyorum. Bu acı hala içimde büyüyerek yaşıyor. Onu anlamak için dönemini iyice bir değerlendirmek lazım.

Turgut Özal Dönemini değerlendirmeden evvel Türkiye siyasetinin ekonomi politiğini kısaca özetlemek ve ardından 1983 yılına gelindiğindeki durumunu açıkça belirtmek lazım. Öncelikle 1908'den itibaren şekillenen ve tek parti rejimi öncesinde mecliste gruplar halinde tezahür eden, sonrasında ise 1946'da ve daha somut olarak 14 Mayıs 1950'de çok partili sisteme geri dönüşle kurumsallaşan iki ana politik akımın Türkiye siyasetine olan etkisini ele almadan Özal dönemini anlama çabası eksik kalacaktır. Bu iki akım, Türkiye'nin siyasi dinamiklerini, bir yandan merkeziyetçi diğer yandan ise özgürlükçü eğilimlerle, iktidarın ve bireysel özgürlüklerin sınırlarını belirleyerek şekillendirmiştir.

 

Özal'ın dönemi, Türkiye'nin modernleşme serüvenindeki tercihleriyle de paralellik gösterir. Osmanlı İmparatorluğu'ndan itibaren 3. Selim'le başlayan modernleşme hareketinin, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve sonrasında Cumhuriyet Halk Partisi'nin devraldığı ve Fransa'nın etkisinde şekillenmiş, bilinçli bir tercihle seçilmiş ve böylece Türkiye'nin Anglosakson modelinden ziyade Fransız modernleşme yolunu izlemesine yol açmıştır. Bu seçim, sadece ekonomik ve politik alanda değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel dinamiklerde de belirleyici olmuştur. Bugün bile etkisini görmek mümkündür.

Bu konuda daha derinlemesine bir okuma yapma isteyenler için Kadir Cangızbay ve Fahrettin Altun’un konuyla ilgili yazdıklarını okumalarını tavsiye ederim.

 

Burada; İskoç Aydınlanması ve Anglosakson tipi modernleşme yerine Fransız Aydınlanması ve Fransız tipi veya kara Avrupası tipi bir modernleşme tercihi yapılması şüphesiz ki İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) tarafından yapılmış sonrasında da ardıllarınca sıkı sıkıya savunulmuş bilinçli bir tercihtir. Bilinçli diyorum çünkü İTC’nin ve ardından Halk Partisinin ve tabii son adıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin Sultan’ın yerine kendine bir meşruiyet aracı olarak Aklı (Reason) ve “halkı” koymasıyla rakip olarak güçlü bir sultan veya halife yerine halk gibi muallak bir topluluk kalmıştır.

 

Bu “halk” aslında çok da eğitimli değildir. Kendisi için neyin iyi olduğunu neyin kötü olduğunu da bilemez ama bir yandan da çok “şanslı” da bir halktır. Çünkü önce ITC sonra CHP kadrolarının ve ardıllarının seçkinleri onları bu dertten kurtaracak ve onlar için neyin iyi neyin kötü olduğuna “halk için ve halka rağmen” karar verecektir.

 

Bunun yerine evrimci bir yaklaşımla “yönetmeyen” ama “hükümsüren” bir sultanla geleneklere de saygılı ama egemenliğin sultana değil meclis aracılığıyla millete amasız bir şekilde ait olduğunu belirtseydi bu “muhteşem” kadrolara yazık olmaz mıydı? Bu muhteşem kadroların tiranlığını engellemeye ne gerek vardı ki?

 

Şüphesiz durumu biraz karikatürize ediyoruz. Zira Osmanlı’nın son döneminde aslında durum üç aşağı beş yukarı bu noktaya gelmişti. Sultanın egemen olmadığı ancak sembolik de olsa hala devlet başkanı olduğu seçilmiş bir meclis ve sultan tarafından atansa da meclis tarafından denetlenen bir hükümet olsa da bu şekilde bu yeni seçkinlerin halka tartışmasız egemen olma ihtimalleri yoktu. İşte 1922 yılına gelindiğinde artık bu karar Halk Partisi tarafından kesin olarak verilmişti. Bir dizi “reform” ile İTC-CHP çizgisi artık “halk için halka rağmen” iktidarı hiç gerivermemecesine ele almıştı. Her ne kadar “açık oy gizli tasnifle” 1946’da bir çok partili seçim yapıldıysa da 1950 yılına kadar sürecek olan CHP yönetimiyle artık Türkiye halk için halka rağmen yönetiliyor adeta 0-3 yaş grubu bir çocuk gibi halk kendisi için en iyisini seçecek kişiler tarafından yönetiliyordu. Aynen zamanında bir CHP yöneticisinin dediği gibi “Öküz Anadolulu” ne bilecekti neyin onun için iyi olduğunu. Gerekirse “komünizm gelecekse” onu da CHP necip milleti için getirirdi.

 

İşte ikinci kanattan Demokrat Parti’yi uzun yıllar sonra gerçekleştirilen ilk demokratik seçimle 14 Mayıs 1950 seçiminde halk yönetime getirmiş ve 10 yıllığına bu elitlere demokratik bir şekilde dur denmişti. Dönemin tartışmasına çok girmeyeceğiz zira onun eleştirisi de başka bir yazının konusu olacaktır. Bununla beraber özetle değerlendirmemiz gerekirse. Demokrat parti ilk olarak ezanın istendiği dilde okunmasından (iddia edildiği gibi Arapça ezan zorla dayatılmamış ve Türkçe ezan yasaklanmamış müezzinler ve halk isterse Türkçe de okuyabilecekti) başlayan dildeki baskılara ve ekonomik özgürlüklere kadar halka rağmen yapılan pek çok baskı ortadan kaldırılmış ve halkın padişahlık veya şeriat değil kendisiyle ilgili kararlar ve hayatının akışında söz sahibi olma talebi karşılık bulmuştur. 1960 darbesinden 1983 yılına kadar bir daha böyle bir ortam bulunamamıştır. Bu konuda Demirel ile ilgili olarak da kanaatimiz çok olumlu değildir. Yine bu da başka bir yazıda değerlendirilecek bir başlıktır.

 

Demokrat Parti’den sonra 3 alanda yarım kalan bir şeyler vardı

 

1. Bireysel Hak ve Özgürlükler.

2. Din Vicdan Hürriyeti.

3. Girişim Hürriyeti .

 

1980 darbesi sonrasında Türkiye bu üç alandaki eksikliğine bir de doğrudan askeri yönetimin baskılarını ekledi. İşte bu ortamda gerçekleşen seçimlerde Darbeciler tarafından teşkil edilmiş iki partiye karşı adeta tekrardan halk için halka rağmen anlayışına karşı bir umut gibi seçilen Anavatan Partisi ve Turgut Özal da parlayıverdi. Gerçi Özal Darbe sonrası sivi görünümü verilen hükümette görev aldıysa da burada çok uzun dayanamayıp istifa etmişti.

 

Kendi belirtmesiyle “4 eğilimi” bir arada toplayan partisi (Muhafazakarlık, Sosyal Demokrasi, Liberalizm, Türkçülüğe kaçmayan ılımlı bir Milliyetçilik) ve Özal, halkın elitlere rağmen seçtiği bir başbakan ve parti olarak yarım kalan hikâyeye devam etmeyi tercih etti. Burada 1960’tan sonra ilk defa bu yönde bir adım atılması bir yana kanattimizce Türkiye tarihinde bugüne kadar atılmış en hayati dönüşümler sağlanmıştır.

 

Burada ana övgüyü Özal’a vermemizin bir çok sebebi vardır. Bu değişimleri yaparken yanındaki arkadaşlarına rağmen veya darbecilerin tehditlerine rağmen bu yolda devam etmesi de bize bunun kendi tercihi olduğunu göstermektedir. Halbuki korkmak için üstünde oturduğu koltukta daha 23 sene önce dar ağacında can vermiş bir başbakanın oturduğunu hatırlaması yeterli değil miydi? 23 sene görece çok kısa bir süre olmasına rağmen onu korkutmaya yeterlideğildi. Yine kendi sınıflandırmasıyla; merkez medyaya, oligarşiye ve akademiye rağmen; darbecilere rağmen o doğru bildiğini bilinçli bir şekilde tercih etti. Hatta çoğunlukla yol arkadaşlarının çekince ve telkinlerine rağmen yaptı bunu.

Yukarıda değindiğimiz üç özgürlük alanın hepsine tek tek önem verdi. Ekonomik bir kriz ve ciddi bir baskı ortamı olduğu için ifade ve girişim özgürlüklerine önceliklese de diğerlerinde de o güne karada atılmamış adımlar attı.

 

Sırayla önce ekonomi alanında atılan önemli adımları belirtelim. Şirket kurmayı kolaylaştırdı. Vergi politikalarını kolaylaştırdı. Vergide karışıklığı ortadan kaldıran KDV uygulamasına başladı. Döviz konusundaki kısıtlamaları ve hatalı uygulamaları kaldırdı. SPK’nın kurulmasını sağladı. Özel bankacılığı kolaylaştırdı. Ülkeden para çıkmasını kolaylaştırarak aslında girişin de kolaylaşmasını sağladı. İthal ikameci modeli ortadan kaldırıp yerine ihracat temelli bir model getirdi. Demirel’in diyişiyle “5 sent’e muhtaç” bir ülke onun dönemindeki sıçrama ve kurulan fabrikalarla “F-16” üretir hale gelmişti.

 

Otomotiv sektöründe oluşturduğu rekabet ortanıyla yerli halka satın almak zorunda olduğu için alacağıkalitesiz arabaları üreten fabrikaların artık Avrupa’ya ve tüm dünyaya satacak kalitede araba ve kamyon üretmesini sağladı. Tekstil’de artık pamuk değil katma değerli tekstil ürünleri satılıyordu. İnşaat sektörü gelişiyordu Öyleki dünyaya açılan inşaat devlerimiz oluştu. Örnek çok vakit az ancak bütün bunlar yapamazsınız diyenlere karşı bir çok kanun çıkararak veya kaldırarak mümkün kılındı.

 

Aynı şekilde haberleşmede de özgürlük anlamında önemli adımlar atıldı. Bir çok hane telefonla tanıştı. Telefon hattı almak için başvurup yıllar sonra telefon bağlanan hanelere hızla telefon bağlanmaya başladı. Bir arama yapmak için santrale ad yazdırılıp bazen günlerce sıra bekleyen Türkiye anında telefon aramaları yapacak bir alt yapıya kavuştu.

 

İletişimde bir devrim gibi gelen özel kanallarla tanışmamızı sağladı. Artık haberleşme anlamında da rekabet edebilir bir hale geldi Türkiye. Ona gelip kanalların içerikleriyle ilgili şikayet edenlere eline televizyon kumandasını alıp kanalı değiştirdikten sonra “bak beğenmediğin içerik olduğunda diğer kanala geçersin.” dedi.

 

Doğrudan Yabancı yatırımların önünü açtı. Yıllardır tüm dünya bize düşman anlayışına karşı dünyaya açılan bir Türkiye anlayışı getirdi. Japon’u, Alman’ı İngilizi gelip buralara büyük yatırımlar yaptılar.

 

Eğitim girişimleri de özendirildi. Kolejler arttı. Özel Üniversiteler (aslen vakıf) üniversiteleri kuruldu. Burada halk belirli bir elit kesimin kontrolündeki üniversitelere karşı rekabetçi bir üniversitenin varlığıyla da tanıştı. Yüksek eğitimi ebeveynden evlada bir hak gibi görenlerin yerine “kavruk Anadolu çocuklarının” da hakkı olduğunu gösterdi

 

İfade özgürlüğü / Bireysel özgürlükler kısmına gelince yine öncelikle ifade özgürlüklerini kısıtlayan insanların kendisini özgürce ifade etmesini engelleyen bir darbe dönemine rağmen kişilerin özgürce konuşmasını sağlayacak bir ortam yarattığını aynı şekilde insanların kimliğini özgürce yaşayabildiği, örgütlenebildiği bir Türkiye yarattı Özal. Elinde kadrosu yok ama vizyonu vardı. Bir şortla halkın içinde gezebilecek özgüveni vardı.

 

Burada örgütlenme anlamında sivil toplum kuruluşlarının kurumsal anlamda temeli atıldı. Dernekler açısından önlerindeki yasal engeller kaldırıldı. Bu ITC döneminden bu yana ülkede sürekli geriye gidilen bir konuydu. Türkiye’de gerçek sivil toplum bu sayede oluştu. Başta dediğimiz gibi kendisinin de tanımladığı 3 Büyük kitle vardı karşısında. “Merkez Medya, Akademi ve Oligarşi”. Bunlara Orduyu da ekleyelim.

 

Bu üçünün de aslında en rahatsız olduğu konular ekonomiden çok bu ifade özgürlüğü alanında yapılanlardı. Çünkü özellikle sivil toplum ve örgütlenebilme konusunda atılan adımlarla diğer demokratik adımların da alt yapısı yapıldı. Örneğin Dil konusunda Kürtçe’ninyasaklanması için uydurulan “başka hiçbir ülkede anadil olmayan bir dilin konuşulması” yasağı kaldırıldı. Bu bile başlı başına çağ atlatan bir adımdı.

 

Bunun ardından ülkede yıllardır bastırılan Arnavut, Çerkes, Laz, Pomaklar gibi çoğunluğu Müslüman azınlıklar açısından bir etnik farkındalık başladı. Gayrimüslim azınlıklar konusunda bu örgütlenme konusu yine vakıfların el konmuş mallarına Ak Parti döneminde tekrar kavuşması sürecinin ilk adımıydı. O gün Özal’ın kendisini lime lime parçalamak isteyenlere karşı attığı adımların sonucunda bugünler de bu adımlar atılabildi.

 

Özal’ın tercihi çok etnik kimlikli ademi merkeziyetçi dini konulara hoşgörülü bir devletten yanaydı. Sonuç olarak bunun mümkün kılınması için Türklerden sonraki en büyük etnik kimlik olan Kürtlerin 1924 Anayasasından beri gasp edilen haklarının iadesi için ilk adımları attıysa da sonunu getirmeye siyasi ve insani ömrü yetmedi. Bu açıdan ölümü cidden şüpheli bir ölümdür.

 

Bütün bunların yanı sıra din ve vicdan hürriyeti kısmına da girmek elzemdir. Tarikatlar konusunda hoşgörülüydü zira hem geldiği kesim burasıydı hem de bu reformlar kısmında liberallerle birlikte tarikatlar da onun için önemli bir müttefikti. Burada özellikle yer altından çıkmaları ve görünür olmaları bu döneme denk gelir. Aslında tarikatların yer altından çıkıp görünür olması da iddia edildiği gibi bir tehdit varsa fark edilmesi açısından da önemliydi.

 

Aynı şekilde yukarıda bahsettiğimiz gibi örgütlenme hürriyeti anlamında bence en az bahsedilen ancak çok büyük bir adım olarak gördüğüm Aleviler için de atılan önemli adımlardır. Cem Evlerinin kurumsal bir şekilde derneklerle birlikte şehir merkezlerinde kurulmasıyla Türkiye’nin Sünnilerden sonra en önemli dini grubun örgütlenmesi sağlandı.  Milyonlar istediği gibi ibadet edebilme konusunda ilk adımını attılar. Yetmez ama hayal de edilemeyecek bir adımdı. İmam hatiplerin eğitim sisteminde kendine daha temelli bir yer bulması ve aynı şekilde tarikatlarında yurtlarla birlikte örgütlenmesinin alt yapısı yapıldı. Sonrakiler gelip bunu düzgün sisteme oturtamadıysa bu onun hatası değildir. Bir hata varsa o hata bu adımları canavarlaştıranlarla, kötü amaçlı kullananların hatasıdır.

 

Burada din konusunda en önemli bir diğer adım; şüphesiz dindar bir Başbakan’ın varlığının aslında laiklik için sorun olmadığının görülmesiydi. Bu konuda Tanel Demirel’in de dediği gibi “Onu kimse dindarları kayırırken”, “eğitimde dindarlara öncelik verirken” görmedi. “Taksime cami yapacağım” da demedi. Ancak o dindarların da toplumda görünürlüğünü sağladı. Dindarların da topluma katkı sağlaması önündeki engelleri yıktı.

 

Özal döneminde Demokratikleşme adına atılan diğer önemli adımlar; askerin seçilmişlerceevcilleştirilmeye başlamasıdır. Genel Kurmay Başkanı’nı görevden alabilecek kadar ferasetli bir siyasetçiydi. Aynı şekilde Askere karşı eğilip bükülmedi.

 

Öyle ki; Akademiyi de demokratikleştirdi. Onun döneminde Yurtdışına eğitim için gönderilen akademisyen adayları mülakatlarla eş dost sayesinde değil gayet düzgün bir şekilde sınavlarla yapıldı. O günden evvel daha lise sıralarında doktoraya deblet eliyle gideceği belli birileri vardı. Devletin elitlerinin çocukları da elit olmaya devam etmeliydi. Özal’ın getirdiği bu sınav sistemiyle devlete girişte elitlerin çocuklarına değil hakkedenlere öncelik verildi.

 

Bu şekilde bakıldığında Osmanlı döneminden beri aslında bu durum bir gelenekti. Özal Japonlar gibi doğru olanı yaptı ve onlar gibi Rus donanmasını batıramadıysa da ülkeye çağ atlattı. AB vizyonu vardı ama Orta Asya ve Orta Doğu’da da ticarete at koşturacak özel sektörün temelini atmıştı.

 

Özetle; Özal döneminde atılan her adım rastgele değil. Bir vizyonla atılmıştı. Öyle ki yaptıkları 1990larda yıkılmaya çalışıldıysa da onun sayesinde yetişen kadrolar kaldığı yerden 2000’lerde Ak Parti iktidarıyla birlikte bayrağı devralıp reformlara kaldığı yerden devam etti2010 ların başına kadar süren altın çağın kadroları Özal’ın o devlete girmesinde elitlerin çocuğu oldukları için değil liyakatli olduğu için tercih edilen gençler artık 20 Yıllık deneyimli kadrolar olarak rol oynadılar.

 

Başta İTC tarafından seçilmiş olan Fransız tipi bir aydınlanma modeli tercihinden Anglosakson tipine yakınlaşmayı sağladı ve meyvelerini o yıllarda topladık.

 

Sonrasında ise maalesef Tanel hocanın eleştirdiği mantalite hakim oldu tekrardan eski hikayelere döndük.

 

Mekanın Cennet olsun Ton Ton…

bottom of page